9 Aralık 2016 Cuma

Öfkelendiğin İçin Kendine Kızıyor Musun?

Öfkeleniyorsun, çünkü aslında öfke de diğer duygusal tepkilerimiz kadar normal bir tepkidir.

Öfkeleniyorsun çünkü birşeyler sana kendini değersiz, yetersiz, ya da incinmiş hissettirdi.

Öfkeleniyorsun, çünkü insansın. Sinirlenmeye de ihtiyacın var. Ve belki de kendini koruman için o an sinirlenmem gerekiyor. 

Üzerinde durulması gereken şey öfkelenmemek değil ki.. Öfkeni doğru bir şekilde ifade edebilmek.

“Öfkemi kontrol edemiyorum. O zaman öfkelenmemeliyim.” deme, bu hakkı kendi elinden almaya çalışma.

Öfkeleneceksin, öfkelenebilirsin; ama bunu doğru bir şekilde, saldırganlaşmadan dile getireceksin.

Davranışların üzerindeki kontrolü sağlayarak belirteceksin sinirini.

Kendine ve çevrendeki insanlara zarar vermemenin yolu öfkelenmemekten değil; öfkeni yapıcı bir şekilde ifade etmenden geçiyor.

Sen kendine fırsat ver.
Kendini tanımaya çalış.

Farkındalık dediğimiz aydınlığa doğru sorulara cevap arayarak ulaşabiliriz derim ben hep.

Mesela, öfke kontrol sıkıntısı söz konusuysa;
Öfkelendiğinde şunlara odaklan:
-Seni bu kadar sinirlendiren olay nedir?
-Sinirlenmeden hemen önce ne hissettin?
-Nasıl bir tepki verdin?
-Verdiğin tepkinin sonucunda ne oldu? Verdiğin tepki nelere sebep oldu?

İster zihninde cevap ara bu sorulara ister kağıda yaz; yeter ki yap. Gözlemle kendini.

Kendine yüklenmeden önce içindeki sesi dinle. Bak bakalım ne diyecek o sana?


1 Aralık 2016 Perşembe

Seni Kaygılandıran Şeylerden Kaçma, Savaş!


     Kaygı, hiç olmaması gereken bir tepki değil hatta hafif düzeyde olması iyidir; ancak git gide yayılıyorsa, günlük yaşamını olumsuz yönde etkiliyorsa ve yaşam kaliteni düşürmeye başladıysa dikkat!
     Öncelikle, 
   bir süre kendine, kendini gözlemleme fırsatı ver ve listelediğim şeyleri belirlemeye çalış::


* Hangi durumlarda kaygılanıyorsun?
* Kaygılandığın anda aklından ne geçiyor?
* Bu kaygıyla baş etmek için ne yapıyorsun?
* Tekrar kaygılanmamak için nasıl önlemler alıyorsun? 
Nelerden, nerelerden, kimlerden kaçıyorsun?

     -Özellikle kaçınmalarını iyi tespit edip adım adım üzerine gidersen kaygı düzeyin yavaş yavaş azalır. Çünkü sen kaçtıkça beynin gerçekten ortada ciddi bir problem var zannediyor. :)


29 Kasım 2016 Salı

Aslında Normal Olan Bir Olaydan Çok Fazla Etkilendin, Çünkü...

Çünkü geldiğin yaşa kadar sen başka şeyler yaşadın ben başka.


Çünkü ben, deneyimlediğim şeylerle ilgili zihnimde farklı düşünce kalıpları belirledim. 
Sen de aynı şekilde, yaşadığın şeylerle ilgili farklı düşünme şekillerini benimsedin. 

Çünkü iki ayrı hayatı iki ayrı bakış açısıyla yaşayıp yorumladık.

Çünkü hepimizin aynı şeyi düşünüp hissetmesi şart değil. 

Ne ben sana benim gibi hissetmedin diye kızabilirim ne de sen bana.

Görseldekine benzer şeyleri zaman zaman hepimiz düşünüyor olabiliriz. Sen de düşünmüşsündür hayatının en az bir anında.

Bu noktada, buz tutmayı beklemek yerine durumu kendin için fırsata döndürebilirsin. 

Başkasını etkilenmeyen olay/tartışma her neyse, seni kötü anlamda etkiliyorsa, hayattan bile soğutuyorsa 
dönüp kendine sor: 
bu olayla ilgili ne geçti aklımdan? ve 
tüm bunlar bana ne hissettirdi? diye.. 

Kendi düşüncelerini yakala çünkü seni bu kadar soğutan şey yaşadığın güncel olay değil, o düşünceler aslında. 

Ne hissettin peki? 
Daha önce benzer bir şey hissettin mi? Ne zaman hissettin? 

Farket her şeyden önce.
Kendini farket.
Düşüncelerini, duygularını, tepkilerini farket. 
Farkındalık dediğimiz aydınlığın tadına vardığında çözümün çorap söküğü gibi gelebileceğini göreceksin.



28 Kasım 2016 Pazartesi

Kural İçermeyen Sevimli Cümlelerle Hitap Et Kendine!

      Daha tatmini bol bir yaşam sürdürmek için yeni şeyler yapmayı planlarken bile kendine kurallar koyduğunun farkında mısın? Belki de yapmayı düşündüklerine karşı direnç gösteriyor oluşunun bir nedeni de budur?
     Bir şeyi yapmak zorunda olduğun için yapıyorsan sıkılırsın, bir süre sonra bıkarsın; ama isteyerek yaptığında keyif alırsın.
     -meli -malı ile biten her cümle buram buram KURAL kokar. O yüzden kullanmamanı öneriyorum. Kendim de bu tarz cümleler kullanmamaya özen gösteriyorum. Ağzımdan kaçtığında ise kendimi durdurup neden daha sevimli ifadeler kullanmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sonra ifademi düzenleyip cümlemi yeniden kuruyorum.
     -meli -malı ile biten cümle örnekleri: yapmalıyım, gitmemeliyim, kilo vermeliyim, başarılı olmalıyım, güzel görünmeliyim, vs... bu böyle uzar gider.
   Eğer kendine isteyerek yapacağın bir şey için bile “yapmalıyım” diye kural koyarsan yapasın gelmeyebilir.
     Alternatif olarak, “yapsam daha iyi olur” ya da “yapmayı planlıyorum” diyebilirsin mesela.
    Üstüne bir de neden yapmak istediğini net bir şekilde belirlersen tadından yenmez. Kolayca ulaşırsın kafanda belirlediğin şeylere.
   Beyninin sana oyun oynayıp seni olumsuz etkilemesine müsade etme; sen onunla oyna. Hem böylece kendi düşüncelerinin (dolayısıyla kendi hayatının) kumandasını eline almış olursun. 

İçi Boş Umut Balonları ile Oyalanma, Yüzleş!

     Onaylanmak, umut dolu sözler duymak kimin hoşuna gitmez ki? Birileri tarafından sürekli süslü cümleler duymak iyi gelir insana. Bir de hatalı yanlarımızı farketmemizi sağlamadan onaylanıyorsak oh ne ala! Bizden güzeli yok. 

     Tüm bunlar kulağa çok hoş geliyor değil mi? Evet, içi boş umut balonları ile oynamak ilk başta iyi gelebilir; AMA zamanla fazla dozda alınan ilaç misali zehirleyebilir. Hatalı yanlarını daha da pekiştirebilir. Hatta sana zarar bile verebilir. 

     Eğer sorunlarından gerçekten kurtulmak istiyorsan kaçınmak yerine onlarla yüzleşeceksin. Yaraya tuz basacaksın bir nevi. Üzerine gideceksin. Konuşmaktan, seni zorlayan yanınla yüzleşmekten kaçmayacaksın. Üzerine üzerine gideceksin. İrdeleyeceksin. Sorgulayacaksın. Sorguladıkça farkedeceksin. Farkettikçe gözünün önündeki sis bulutları kalkacak, çözümü göreceksin.

   Biliyorum tüm bunları uygulamak yazmak kadar kolay değil; ancak unutma ki EMEK VERip zorlandığın halde VAZGEÇMEdiğin yolda varış noktasına vardığında tadacağın mutluluğa değer. 


Bugünün Üzüntüsünü Yarına Bırakma!

     Hepimiz zaman zaman bizi zorlayan, üzen şeyler yaşayabiliriz. Canımız yanabilir, kendimizi çıkmazda hissedebiliriz. 

      Üzülmek de en az sevinmek kadar doğal bir duygudur. Her zaman normal şeyler yaşamıyoruz elbet. Anormal durumlara verdiğimiz en normal tepkidir üzülmek.. Hatta şunu söyleyebilirim: üzücü bir olay yaşadığın halde üzülmüyorsan orda bir sıkıntı var demektir. 

     Üzüntünü bastırmaya çalışman sana daha çok zarar verir. Eğer ki bugün seni üzen bir şey yaşadıysan hakkını ver üzüntünün. Üzül üzülebildiğin kadar. Ağlayasın mı var? Ağla; ama bugün ağla. Bugünün olayı için kendini üzülmemeye şartlarsan, üzüntünü inkar edersen, kendine üzülmemek için baskı yapıp mutluluk rolü oynarsan; geçici süreliğine kendini oyalamış olursun, sen bile inanırsın üzülmediğine; peki sonra ne olur biliyor musun? -Hiç olmadık bir yerde, zamansızca bugün ağlamadığın olayın izlerini taşıyan tepkiler verirsin hem de daha şiddetli bir şekilde! 

       Bugünün hüznünü geleceğine taşımak mı istersin? yoksa bugün gerektiği gibi üzülüp yarınını daha güzel bir şekilde yaşamak mı? Seçim senin.


30 Eylül 2016 Cuma

Travma - Travma Sonrası Stres Bozukluğu & Antwone Fisher Film İncelemesi

     Merhaba,
     En son paylaştığım gönderinin üzerinden 2 ay geçmiş, arayı biraz açmışım istemeden. Şuan yazmakta olduğum yazı biraz uzun olacak gibi.. Böylelikle belki paylaşımsız geçen zamanı bir nebze de olsa telafi etmiş olurum.
     Günümüzde toplum olarak sıkça duyduğumuz “travma” üzerine yazmak istedim. Önce travma  ve travma sonrası stres bozukluğunu anlatıp sonrasında Antwone Fisher Filmi’nden örnekler vereceğim.


     Travma Nedir?
     Tıp bilimi travmayı, insan bünyesinin dışarıdan yardım almadan iyileştiremeyeceği doku hasarları olarak tanımlamaktadır. Aslında ben daha çok psikolojik travmalar ve etkileri üzerine yazıyor olacağım; ancak tıptaki tanımına da kısaca değinmemin uygun olacağını düşündüm.



     Psikolojide, insanın ruh, duygu, düşünce ve davranış yapısını temelinden sarsan ve psikopatoloji yaratan ruhsal yaralanmaya travma diyoruz. Süre bazında ele alacak olursak, Tip 1 ve Tip 2 olmak üzere iki tür travma vardır. Tip 1 travmalar, kısa süreli/anlık olayları kapsarken; Tip 2 travmalar, uzun süreli/tekrarlayan olayları kapsamaktadır.

     Travmaları meydana geliş şekli açısından 4 grupta ele alırız:



     Yukarıdaki tabloda, travma yaratma ihtimali en yüksek olan grup insan kaynaklı bireysel olaylardır. (tecavüz, saldırı, cinayet, vs..)

     Travmatik olay, her zaman travmaya neden olmaz. Travmatik etkiyi 3 gruba ayırabiliriz:
-               Birincil Travma: Olayı kişinin bizzat kendisinin yaşamış olması, birincil travmaya sebep olur.
-               İkincil Travma: Olayın, tanıdık birinin başına gelmiş olması
-               Üçüncül Travma: Tanıdık olmayan, herhangi birinin başına gelen olaya şahit olmak… (yoldan geçerken kazaya denk gelmek gibi)

     Yaşadığım olayın travma yaratıp yaratmadığını nasıl anlarım?
     Olay;  
·              - geçmişte yaşanmış olduğu halde hala kişiyi rahatsız ediyorsa,
·             -  kişiyi yaşanan travmayı çağrıştıran durumlardan kaçınmaya zorluyorsa,
·              - gündelik işleyişi bozuyorsa
travmanın varlığından söz edebiliriz. Klinik açıdan travma, kişinin yaşadığı durum ile değil; etkisiyle değerlendirilir. Travma bazen, zamanla kendiliğinden geçebilir.

     Travmaya ne tür tepkiler veririz?
     “stres tepkileri” olarak tanımlayabileceğimiz ve belirli bir süre devam eden tepkiler veririz. Bu tepkileri belli başlıklar altında inceleyebiliriz.

     Zihinsel Tepkiler; ilk şok, bellekle ilgili sorunlar, dikkatsizlik, kâbuslar, araya giren düşünceler, yönünü bulamama, eskileri hatırlayamama, sorun çözememe, yanlış kararlar, uyku bozukluğu, kafa karışıklığı...
     Duygusal Tepkiler; kaygılı olma, üzüntü, çökkün duygu durumu, inkâr, korku, suçluluk, panik, hayal kırıklığı, kızgınlık, öfke, çaresizlik, karamsarlık...
     Fiziksel Tepkiler; mide bulantısı, kusma vb. sorunlar, yorgunluk, kalp çarpıntısı, göğüs ağrısı, titreme, bayılma hissi, baş dönmesi, baş ağrıları...
     Davranışsal Tepkiler; kendini geri çekme, kıpır kıpır olma, ani davranışlar, madde alımı, çabuk tepki verme, başkalarını suçlama, yeme sorunları, kolayca korkma...
     Sosyal Tepkiler; iş – okul, arkadaşlık ve evlilik ilişkilerinde sorunlar, insanlardan uzaklaşma, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği... 




     Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)

     Travma yaşayan herkeste TSSB gelişmez. 
DSM V’teki tanı ölçütleri çerçevesinde incelenerek yapılan değerlendirmeler sonucunda travmanın bozukluk olarak nitelendirilip nitelendirilmeyeceğine karar veririz.

     DSM V – TSSB Ölçütlerini özetleyecek olursak:

     Eğer tabloda,

A- Travma (travmatik bir olayın yaşanmış olması)
B- Tekrar Yaşantılama (anı, rüya)
C- Kaçınma (travma ile ilgili kişilerden, nesnelerden, yerlerden kaçma)
D- Olumsuz Duygulanım ve Bilişsel Tepkiler
E- Uyarılma ve Tepkisellik
F- Süre ölçütü (1 aydan uzun süredir travmatik etkilerin gözleniyor olması)
G- Sosyal, mesleki yada diğer alanlardaki işlevselliğin bozulması
H- Belirtilerin organik bir nedeni olmamalı (herhangi bir fiziksel durumdan, ilaç kullanımından kaynaklanmamalı)

… sıralanan durumlar mevcutsa, TSBB’den bahsedebiliriz. 
(Ayrıntılı bilgi için DSM-V’i inceleyebilirsiniz) 


     ANTWONE FISHER

     İnceleme kısmına geçmeden önce, filmi izledikten sonra bu kısmı okumanızın daha faydalı olabileceğini düşündüğümü belirtmek isterim.



     Film, kahramanımızın kabusu ile başlıyor. Başlangıçta rüyaya çok anlam verememiş olsam da, ilerleyen dakikalarda rüyanın “yeniden yaşantılama” niteliğinde olduğunu farkettim. Fisher, geçmişinde yaşadığı olayları rüyasında yeniden yaşamış gibi oluyor ve uyanıyor.
     Ana kahramanımız olan Antwone Fisher, öfkesini kontrol etmekte problem yaşayan bir denizcidir. Filmin birçok sahnesinde saldırgan davranışlarıyla karşımıza çıkmaktadır. Arkadaşlarıyla kavga ettiği anların birinde, ordunun psikiyatristine yönlendirilir.      Psikoterapinin ilk seanslarında direnç gösteren Fisher, psikiyatristin kararlı tavrı sayesinde zamanla kendisini açmaya başlar. Kısaca kim olduğuna ve öyküsündeki travmatik yaşantılara bir bakalım:
-          Babası eski kız arkadaşı tarafından Fisher doğmadan önce öldürülmüş.
-          Annesi bu sırada hapishanedeymiş; Fisher da orada doğmuş. Doğduktan sonra devlete teslim edilmiş. 2 yıl yetimhanede kalmış; annesi almaya gelmeyince bir rahibe evlatlık verilmiş.
-          Rahibin eşi tarafından hem fizyolojik hem de psikolojik şiddet görmüş. . Üvey anne Fisher’a sürekli “pis zenci” diye hitap etmiş ve ailesinin onu terk ettiğini yüzüne vurmuş. Bu da Fisher’ın ailesine karşı derin bir öfke duymasına neden olmuş.
-          Karşı cinsten olan üvey kuzeni tarafından birçok kez tacize uğramış.
-          Çocukluk arkadaşı gözlerinin önünde vurulup öldürülmüş.
     Antwone, terapilerine devam ederken bir kızdan hoşlanmaya başlar ve terapistinin desteği ile kıza açılır. Kızla duygusal paylaşımda bulundukça saldırgan davranışları azalmaya başlar. Bu durum Fisher’ın saldırgan davranışlarının, sevgiden yoksun büyümüş olmasından kaynaklandığını düşündürüyor.
     Çocukken yaşadığı cinsel tacizden dolayı hiçkimseyle birlikte olmamış ve cinsellikten hep uzak durmuştur. Bu noktada da çocukluk çağında yaşanan travmatik bir olayın insan hayatını yetişkinlikte nasıl etkilediğini görüyoruz.
     Psikoterapi süreci tıkanınca, psikiyatristi Fisher’a ailesini bulup yüzleşmesi gerektiğini söyler. Önce buna karşı gelen Fisher, daha sonra ailesini aramaya başlar. İlk olarak evlatlık verildiği ailenin yanına gidip içindeki öfkeyi kusar. Sonrasında ise gerçek ailesinin peşine düşer.
     Ailesini bulup yüzleştikten sonra, sevginin tadına varıyor ve hayatındaki düğüm çözülüyor. Babasının ailesinin ona gösterdiği sıcak karşılama ve sevgi gösterisi Fisher’ın öfkesinin sönmesini sağlıyor.

     Filmi izlediyseniz veya izleyecek olursanız,
     Paylaşımımı yorumlarınızla renklendirmenizden memnun olurum. Ayrıca, aklınıza takılan şeyler olursa çekinmeden sorabilirsiniz.
     Sevgiler..


31 Temmuz 2016 Pazar

Hayatımızı Bulandıran Duygu: Kaygı

       Merhaba değerli ziyaretçim,
Hoş geldin.

“Bu başlığa tıklamış olmanın bir nedeni vardır elbet!” 
Yoksa sen de kaygıdan nasibini alanlardan mısın?

     Bugün seninle son zamanlarda üzerinde çok fazla düşündüğüm bir konu hakkında konuşmak istiyorum. İstanbul’un kalabalığında yaşayan bir birey olarak; aynı ortamı paylaştığım insanları gözlemlediğim kadarıyla çok kaygılı insanlar haline geldiğimizi farketmeye başladım. Gün içerisinde bize en çok hakim olan duygunun  “kaygı” olduğunu söyleyebilirim sanırım.
     Kaygı ile ilgili konuşmaya başlamadan önce bu duygunun “korku” ile arasındaki farka değinmek istiyorum çünkü genelde bu iki kavram ya aynı şey gibi biliniyor ya da karıştırılabiliyor.
     Korku, bilinen bir tehtide karşı verdiğimiz fiziksel veya psikolojik tepkilerdir. Eğer net bir tehdit varsa söz konusu olan hissin adına korku deriz. Kaygı ise, nedeni belli olmayan veya bilinçdışından kaynaklanan belirtilerdir. Örneğin; “ben yılandan korkarım” ifadesinde belirtilen duygu korkudur çünkü kaynağı bellidir: yılan. Aradaki farka değindiğime göre kaygıyı konuşmaya kaldığım yerden devam edebilirim.
     Kaygı düzeyi yüksek insanlarla en çok toplu taşıma araçlarında karşılaşıyorum. Çatık kaşlı, çevresini endişeyle süzen, çantasına sımsıkı sarılan, kendisine yanlışlıkla çarpanı bakışlarıyla adeta döven bir sürü insan görmek mümkün. Bizler hangi ara bu duygunun bizi böyle ele geçirmesine izin verdik bilmiyorum, ama durumun iletişimi zayıflatmak gibi nice kötü etkiler bıraktığı aşikar.
     Kaygısız bir hayat elbette düşünülemez; kaygılanmak için öyle çok nedenimiz var ki.. Hayatımızla alakalı birçok konu için yerinde kaygı düzeyi gereklidir zaten, ama bu yoğunluk normalin üstüne çıktıkça ters etki yapıyor ne yazık ki. “Bin kaygı bir borç ödemez.” diye boşuna mı demiş Karacaoğlan.  Bize farkettirmeden hayatımızın bir parçası haline gelen bu duygu davranışlarımızı ve kişilik özelliklerimizi etkiliyor. Hayattan zevk alamayan kaygılı insanlar haline geliyoruz.

       “Neden Kaygılanıyoruz?”
     Bu soruya verilecek cevap kişiden kişiye, kültürden kültüre farkedebileceği için kesin sınırlar çizmek zor; ama genelleme yapabiliriz yine de.  Mesela,
·         Alıştığımız bir çevrenin değişmesi,
·         Herhangi bir konuda olumsuz bir sonuç beklemek (sınav gibi),
·         Kendimizle olan çelişkilerimiz (inandığımız şey ile yaptığımız şeyin çelişmesi gibi),
·         Belirsizlik
kaygıya neden olabilecek sebeplere örnek olarak gösterilebilir.

      “Kaygılandığımızı Nasıl Anlarız?”
     Kaygı düzeyimiz arttıkça vücudumuz bir takım tepkiler verir. Bu tepkilerin birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz:       
-          Nefes darlığı
-          Mide ağrısı
-          Terleme
-          Nefes alıp vermede düzensizlik
-           Aşırı tepkide bulunma
-          Titreme
-           Gerginlik
-          Aniden sinirlenme
-          Sürekli baş ağrısı

       “Nasıl Kurtulacağız Bu Kaygı İlletinden?”
     Kaygının ne olduğundan ve olası nedenlerinden bahsettik. Buraya kadar her şey tamam, peki nasıl kurtulacağız bu rahatsız edici durumdan?
·         Herşeyden önce, kaygılı olduğumuzu farkedip kabul etmemiz gerekiyor ki değişmesi gereken birşeyler olduğunu idrak edelim.
·         Kaygıya neden olan düşünceyi farketmeye çalışmalıyız. Nedenini bilmediğimiz bir şeyi çözemeyiz çünkü. Bunun için de, içinde bulunduğumuz kaygılı ortamdan bir süreliğine uzaklaşabiliriz. Mesela, iş yerinde kendimizi normalden fazla kaygılı hissediyorsak; ilk fırsatta oradan bir müddet uzaklaşıp duygumuzu irdeleyebiliriz. Bu eylemi yürüyerek yapabiliriz mesela.  Eğer imkanımız yoksa, kendimizi en rahat hissedeceğimiz ortamı hayal edebiliriz.
·         Kaygının temelinde yatan nedenin bizi nasıl etkilediğini anlamaya çalışabiliriz.
·         Kaygıyı ortadan kaldırabilecek kendi yapımıza uygun uzun süreli veya kısa süreli çözüm alternatifleri düşünebiliriz. Kısa süreli yolları vakit kaybetmeden uygulamaya başlayabilir, uzun süreli olanlar için hazırlıklar yapabiliriz.
·         Kaygınızı abartmamaya çalışmalıyız. Ona yüklediğimiz anlamı azaltmaya ve normalleştirmeye çalışmalıyız çünkü kaygının yoğunluğu abarttığımız oranda artacaktır.
·         Nefesimizi kontrol altına almaya çalışarak da kaygı düzeyimizi düşürebiliriz.

     Bu önerileri uyguladığınız halde hala kaygılı olduğunuzu hissederseniz psikolojik destek almak için ilk adımı atabilirsiniz. Kaygılarınızın yaşamınızı etkilemesine izin vermeyin!

     Daha az kaygılı, bol tebessümlü, enerji dolu günler diliyorum.
     Sevgiler…
     Psikolog Nazlı DİNÇ




24 Temmuz 2016 Pazar

Kişilik Bozuklukları Nedir, Kaça Ayrılır?

       Adı çok sert, ama aslında öyle değil!
       Sıkça duyduğumuz “kişiliğin bozuk senin” yaftasından daha masum aslında kişilik bozuklukları. Hakaret anlamında kullanıyor bazen. Yanlış biliyoruz, dolayısıyla da yanlış kullanıyoruz maalesef.

       Öncelikle “kişilik” kavramı nedir?
       Kişilik, birçok kuramcı tarafından ele alınmış ve uzun uzun açıklanmıştır. Ben kısaca “bireyi diğerlerinden ayıran kalıcı karakteristik özelliklerin tamamı” olarak tanımlıyorum.
      Belli bir sosyal çevrede başka insanlarla etkileşim halinde yaşıyoruz. Bu süreçte de çevremize uyum sağlamaya, kendi isteklerimizle toplumun beklentileri arasında bir denge kurmaya çalışıyoruz. Kişilik bozukluğunda, bireyin toplumsal normlara aykırı ve uyumsuz davranışları söz konusudur ve bu durum kendisini sosyal ortamlarda gösterir. Kısaca kişilik bozukluğu, bireyin kendi toplumununa göre normalden fazla sapmasına neden olan sürekli bir davranış örüntüsüdür. Ergenlikte veya genç yetişkinlik döneminde belirginleşir, zamanla kalıcı olur. Sürekli bir sıkıntı haline ve işlevsellikte bozulmalara yol açar. Kişilik bozukluğunun oluşumunda genetik geçiş, çevresel faktörler ve daha birçok neden etkili olabilir.

       Kişilik bozukluklukları genel olarak 3 küme altında inceliyoruz.

       A Kümesi: Paranoid, Şizoid, Şizotipal kişilik bozukluklarını içerir. Bu grup altında incelenen bozukluklar genel olarak garip, ekzantrik olarak nitenlendirilirler. Güvensizlik ve kuşkuculuktan sosyal koğukluğa uzanan sıradışı davranışlar gösterirler.

       Paranoid Kişilik Bozukluğu: Başkalarına karşı yaygın bir güvensizlik ve kuşku söz konusudur. Bu tip kişiler kronik olarak gergin ve savunmacı durumdadır. Genelde psikotik olmazlar yani gerçeklik algılarını kaybetmezler; ama stresli dönemlerde geçici psikotik belirtiler sergileyebilirler.
       Şizoid Kişilik Bozukluğu: Genellikle sosyal ilişkiler kurmaya gerek duymazlar. Bu yüzden yakın arkadaşları yoktur. Duygularını ifade etmezler, ve mesafelidirler.
       Şizotipal Kişilik Bozukluğu: Aşırı derecede içe dönüktürler. Genelde sadece aile ile ilişki kurarlar. Davranışlarda tuhaflıklar söz konusudur. Yüksek oranda batıl düşünme vardır. Bazen sihirli güçleri olduğuna inanırlar. Stresli durumlarda psikotik özellikler gösterebilirler.


       B Kümesi: Histrionik, Narsisistik, Antisosyal, ve Sınır kişilik bozukluklarını içerir. Bu kümedeki bozukluklar genelde dramatik, duygusal ve dengesiz davranışlar sergilerler.

       Histrionik Kişilik Bozukluğu: Bu bozukluğun temel karakteristik özellikleri dikkat çekmeye yönelik aşırı davranışlar ve duygusallıktır. Giyimleri abartılıdır. Cinsel açıdan da kışkırtıcı  ve baştan çıkarıcıdırlar. Gösteriş yapmayı severler. Ben merkezcidirler. İlgilenilme arayışları vardır. Kendilerini dramatikleştirebilirler.
       Narsisistik Kişilik Bozukluğu: Empati kuramama, aşırı bir benlik önemi duygusu bu bozukluğun temel özelliklerindendir. “Muhteşemlik” önemli bir ölçüttür. Başkalarının yeteneklerini küçümserken kendileriyle ilgili şeyleri çok fazla överler. Bu bozukluğa sahip kişiler sadece yüksek statülü kişilerle ilişki kurmak isterler. Eleştiriye açık değildirler. Onay beklentileri karşılanmadığında eleştirel ve misillemeci tavırlar sergilerler. Kendilerine aşık ve bencildirler.
       Antisosyal Kişilik Bozukluğu: Tanısı 18 yaşından önce konulmaz. Vicdan duyguları zayıftır. Başkalarının haklarını ihlal etmek onları rahatsız etmez. Sorumsuzca davranırlar. Saldırgandırlar. Ceza almak gibi bir korkuları olma dığı gibi kuralları da önemsemezler. Güvenlik arayışları pek yoktur. Ağır cinsel sapkınlıkları olabilir.
       Sınır (Borderline) Kişilik Bozukluğu: Duygulanımlarında dalgalanma olduğundan dürtüsel ve dengesiz davranışları vardır. Benlik algıları da değişkenlik gösterir. Yoğun bir terk edilme korkusu yaşarlar. Onlar için gri yoktur; ya siyah vardır ya da beyaz. Kronik sıkıntı duygusu mevcuttur. Psikotik ataklar görülebilir.


       C Kümesi: Kaçınmacı, Bağımlı, Obsesif-kompulsif kişilik bozukluklarını içerir. Bu gruptaki bozuklukların geneli kaygı ve korku belirtileri sergilerler.

       Kaçınmacı (Çekingen) Kişilik Bozukluğu: Sosyal ket vurma görülür. Eleştiriye karşı aşırı duyarlıdırlar. Genellikle yalnız olurlar ve bu durumdan sıkılırlar. Kendilerini beceriksiz ve sosyal açıdan yetersiz hissederler. Şizoid KB’ndan farkı; utangaç, güvensiz, ve eleştiriye duyarlı olmalarıdır. Kişiler arası teması arzularlar ama reddedilme korkularından dolayı bundan kaçınırlar. 
       Bağımlı Kişilik Bozukluğu: Yaşamlarını başkalarına göre kurma eğilimleri vardır. Kendilerine güvenmezler. Tek başına karar vermekten çekinirler. Yalnız kalmak istemezler. Kabul görememekten korktukları için kendi fikirlerini söylemezler. Hep kararsızdırlar.
       Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğu: Düzeni ve denetimi sağlama konusunda aşırı endişelenme bu bozukluğun karakteristik özelliklerindendir. Resmin bütününü görmekte zorlanırlar. Bu bozukluğa sahip olan insanlar genelde çok çalışırlar ama detaylara çok fazla takıldıklarından ellerindeki işi bitiremezler.

       Not olarak eklemek isterim ki,
   Bilgilendirme amacıyla genel bilgileri ele alarak yazdığım bir yazıydı bu. Tanı kriterleri ve diğer ayrıntılı bilgiler için “DSM Tanı Ölçütleri El Kitabı”nı inceleyebilirsiniz. Ayrıca, kaynak olarak “Anormal Psikoloji” kitabını kullandım.

Sevgiler,
Psikolog Nazlı DİNÇ 

3 Temmuz 2016 Pazar

Sadist *Stephen KING


       Okuduğum ilk Stephen KING romanı olur kendisi. Neredeyse 10 yıldır kitaplığımda duruyor kitap ama yanaşmamıştım. Vahşet içeren şeyleri izlemeyi de okumayı çok tercih etmiyorum aslında; ama öte yandan merak da ediyorum... derken merakıma teslim olup okudum. Pişman değilim. Sırada yazarın diğer kitapları ile Agatha CHRISTIE kitapları da var hatta. :) 

       Kitap kaçık bir hayranının eline düşen yazar Paul'ün başından geçenleri anlatıyor. Hayranın böylesi de düşman başına yahu. Kadın adamın kitaplarını gerçekmiş gibi yaşamış resmen. Tanıtımında yazan şu cümle bir hayli ilgimi çekti: "Çok ünlü bir yazardı, ama bir gün, hayatta kalabilmek için kitap yazması gerekeceğini hiç düşünmemişti..."

       Okumaya başlamadan önce fotoğrafladım, okurken fotoğrafladım, bitirince fotoğrafladım, vs... 2 ay önce okuduğum güzelim kitabı anca şimdi anlatmaya başlayabildim üşengeçliğimden. Geç olması hiç olmamasından iyidir, dimi? 


Bir yanda sancıyan bacaklarıyla öte yandan deli bir hemşire ile uğraşmakta olan Paul’un hikayesini okurken, gözyaşlarımı tutamadığım için yanımda mutlaka bolca peçete bulunduruyordum... :))) şaka şaka, kitap heyecanlı bir şekilde ilerliyordu, evet; ama o peçeteliğin orada olmasının tek nedeni, kutusundaki renkliliği fotoğrafa dahil etmek istemiş olmamdı. :)



       Özetle,
       Okurken çok gerildim özellikle ilerleyen kısımlarda. Suratım şekilden şekle girip durdu. Eh, alışkın değiliz tabii. 
       Kitabı bitirdikten sonraki gece gördüğüm rüyadan anladım ki, kitaptaki olaylar beni baya etkisi altına almış. Gerilim, vahşet seviyorsanız bu yazar da kitap da tam size göre.
       Normalde pek okumadığım bir tür olsa da çok sevdim. Bir daha bu tarz kitaplar okur muyum? diye düşündüm bi an… Evet ya, okurum; iyiydi iyi.

       Bu arada kitabın filmi de varmış: Ölüm Kitabı
Kitap bittikten sonra ilk işim filmini izlemek oldu. Heyecanla izlemeye başladım ancak hüsrana uğradım diyebilirim. Hiç sevmedim. Zaman kaybı oldu benim için. Film uzundu ama uzun olmasına rağmen çok boştu. Kitaptaki birçok kısım yoktu. Olmasa da olurmuş. Beğenmedim.


“Çünkü yazarlar her şeyi hatırlarlar, Paul. 
Özellikle acıları, ıstırapları… Bir yazarı çırılçıplak soy. Yara izlerini işaret et. 
O sana her küçük yaranın hikayesini teker teker anlatır. Büyükler içinse birer roman yazar. 
Bir yazar hafıza kaybına uğramaz. Eğer yazar olmak istiyorsan az bir yetenek işe yarar. 
Ama aslında gerekli olan her yara izinin hikayesini hatırlayabilme yeteneğidir.”

30 Haziran 2016 Perşembe

Dilin Sakladığını Beden Ele Veriyor!



     Biz insanlar, genelde konuşarak iletişim kurarız. Daha doğrusu karşı tarafa mesajlarımızı sadece kelimelerimizle ilettiğimizi zannederiz; ama aslında durum pek de öyle değil. Bedenimiz de sözlerimize eşlik ediyor biz konuşurken. Bunun adına da "beden dili" diyoruz.
     İletişimde beden dilinin etkisi %50 hatta %60'a kadar çıkabilmektedir. Konuşmasak da, birbirimizi gördüğümüz anda iletişim başlar. Ses tonumuz, vücudumuzun duruşu, mimiklerimiz çok şey anlatıyor. Hatta biraz ileri gidip gizlemeye çalıştıklarımızı bile görünür kılıyor.    
     Bir kişiyle iletişim kurarken sözlerimiz, diksiyonumuz, kelimeler üzerindeki hakimiyetimiz ne kadar önemliyse beden dilimiz de o kadar önemlidir. İletişim sadece bilgi alışverişi yapmak için kurulmaz, sözlü ve sözsüz öğeleriyle bir bütündür. Sözsüz kısmını da beden dilimiz oluşturur. Vücudumuz duygu ve düşüncelerimizin aynası gibidir. Coşkulu bir şekilde “iyiyim” dediğimiz zaman gerçekten iyi olup olmadığımız sorgulanmaz mesela; ama “iyiyim” derken cılız çıkan sesimize asık suratımız eşlik ediyorsa, cevabımız hem bizi hem de karşımızdakini tatmin etmez. Ne söylediğimizden çok nasıl söylediğimiz önemlidir esasen.
     Beden dilinin ne olduğunu ve önemini az çok kavradık gibi, şimdi işin asıl dikkat çekici noktasına geçerek birkaç tüyoyla devam edelim;
·         Her gülümseme, gülümseme değildir. Gerçek bir gülümseme anında gözlerinizin etrafı kırışır. Sahte gülümseme anında göz çevresinde oynama olmaz.
·         Karşınızdaki insanla ne kadar ilgili olduğunuzu bir de ayaklarınıza soralım bakalım! Ayaklarınız eğer konuştuğumuz kişiye bakıyorsa, halinizden memnunsunuz demektir; ama ayaklarınızın kapıya dönük olması kaçmak için fırsat kolladığınız anlamına geliyor.
·         Kadınlar, yalan söylerken havaya bakıyor; erkekler ise aşağıya. Kısık gözler ise rahatsızlık işareti. Sizin yanınızda kendisini rahat hisseden birinin göz bebekleri büyür. Ne demiştik, gözler önemli!
·         Birisini sadece işaret parmağınızla bile tehdit etmiş olabilirsiniz. İşaret parmağını göstererek konuşmak tehdit anlamı taşıyor.
·         Konuşurken avuçlar ne kadar açıkca samimiyet de o kadar fazladır. Avuçlar saklanıyorsa, gizlenmeye çalışılan birşeyler için alarm çalıyor olabilir.

     Bunlar genellenebilir örneklerden sadece birkaçıydı. Eğer beden diline siz de ilgiliyseniz ve daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız;
Kitap olarak: Dikkat Vücudunuz Konuşuyor’u okuyabilir, (Ahmet Şerif İzgören)
Dizi olarak: Lie To Me’yi izleyebilirsiniz.
     Samimiyeti bol, huzurlu bir yaşam diliyorum,
     Sevgiler…
     Psikolog Nazlı DİNÇ 


16 Nisan 2016 Cumartesi

Mavi Kuş *Mustafa Kutlu


        Mavi Kuş’u aradan geçen 10 yılın ardından ikinci kez okudum. 🚙
İlk okuyuşumun hikayesi eskilere dayanıyor. Yanlış hatırlamıyorsam, okuduğumuz kitaplardan sınav olmaya yeni yeni başladığımız dönemde ilk 100’ümü bu kitapla almıştım. Kitabı gördükçe aklımda beliren ilk şey aldığım not oluyor nedense. Beynim kitabı bu şekilde kodlamış olmalı. :) 

    Kapağı kadar anlatımı da tatlı olan hikaye kitabını tekrar okumamın nedeni nostalji yapma isteğimdi. Geride bıraktığım yıllardan, yaşanmışlıklardan sonra neler hissedeceğimi merak ederek başladım okumaya. Kapağını inceleyip sayfaları çevirmeye başladığım andan itibaren tatlı bir hüzün kapladı içimi. İlerledikçe gözümde ilk okuduğum dönem canlandı. Sanki o zamana geri dönüp şimdiki halimle kendimi izlemiş gibi... farklı, ama bir o kadar da güzel bir hissiyattı. Bu anlamda iyi ki okumuşum yeniden. 

       Mustafa KUTLU, Mavi Kuş’un hikayesini anlatırken çok samimi bir dil kullanmış. Betimlemeleri o kadar güzel ki, okuduklarımı o ortamda olup bizzat görmek hatta yaşayarak hikayenin bir parçası olmak istedim. :) Deli Kenan’ın ikram ettiği salatalıklardan yemek fena olmazdı hani. Bu arada, Mavi Kuş kasaba halkının, tren istasyonuna ulaşmasını sağlayan tek minibüsü. 🚎 O yüzden pek kıymetli. 

    Biraz garip bir şekilde sonlanmış olsa da (ilk okuduğumda da aynı eksikliği hissetmiştim) okunabilir bir eser bence. 

      Kitaptan minik bi alıntı: 
“Bizim sevmediğimiz kimse yoktur. Belki gönlümüze biraz serin gelenler vardır.”

4 Nisan 2016 Pazartesi

Güzellik, güzellik algısı... Nedir? Ne değildir?

     
       Farkettiniz mi bilmiyorum, ama kadınlar erkeklerden daha çok süzüyor hemcinsini; ama ezercesine, düşman gibi.. Süzmekle kalmıyor üstelik, ilk fırsatta rencide ediyor. Dalga geçiyor, dedikodusunu yapıyor falan.

       İnsanları sadece gördüklerinize göre değerlendiriyorsanız, yapmayın. Kimin nasıl bir hayat yaşadığını bilmeden yaptığınız yorumlar, başkalarının ruhunda sancılı yaralar bırakabilir. Vereceğiniz zararın büyüklüğünü görmezden gelmeyin. Hem sergilediğiniz her incitici davranış kendi yüreğinizi kirletir. Yüreğinizi temiz tutun ki güneş doğsun ömrünüze.

       Ve,
       Bir insanı sevecekseniz, ona değer verecekseniz, onu eş-dost-arkadaş sıfatıyla hayatınıza alacaksanız nedeni yüreğinin güzelliği olsun. Siz de sizi siz olduğunuz için hayatına davet edenlerin yanında olun. Çünkü siz, gözle göründüğünüzden çok daha fazlasısınız.

       Hadi gelin, Emma Watson'ın güzellik kavramının içini nasıl doldurduğuna bakalım:
"Güzellik uzun saçlar, incecik bacaklar, yanık bir ten ya da kusursuz dişler demek değil. Güzellik ağlamış ama şimdi gülen bir yüz. Güzellik; küçükken düştüğünüzde dizinizde kalan yara izi, aşk uyumanıza izin vermediğinde gözlerinizin etrafında oluşan halkalar. Güzellik sabah alarm çaldığında yüzünüzün girdiği şekil, duşa girdiğinizde akan makyajınız, bir şaka yapıldığında anlayan tek kişi olarak attığınız kahkaha. Güzellik onunla göz göze gelmek ve anlamayı bırakmak, tüm paranoyalarınız yüzünden ağlamak, güzellik zamanın bıraktığı iz demek. Güzellik içimizde hissettiklerimiz, dışımıza vurduklarımız aynı zamanda. Güzellik hayatın bizde bıraktığı izler. Tüm o tekmeler, okşamalar, anıların bizde bıraktıkları. Güzellik kendinizin yaşamaya izin vermesi demek.

7 Mart 2016 Pazartesi

Günübirlik Hayatlar *Irvin D. Yalom


       Günübirlik Hayatlar, Irvin Yalom’un kendi yaptığı psikoterapi seanslarından derlediği 10 öyküden oluşuyor. Derlediğini söylerken, yürüttüğü psikoterapileri olduğu gibi aktarmıyor oluşunu, bazıları kısımlarda kurgulara yer vermesini ve en önemlisi hasta bilgilerini değiştirmesini kastediyorum. 

        Tek kitapta birçok hayata dokunmamıza imkan veren Yalom, bu kitapta ölüm korkusunu işlemiş. Günübirlik Hayatlar’daki tüm kişiler/hikayeler bilinçli ya da bilinçdışı olarak ölümle yüzleşiyor. Aynı zamanda psikoterapist de olan yazar, vak'alarıyla yürüttüğü psikoterapilerde kendisini tümüyle dışarda bırakmak yerine yer yer ilerleyen yaşının etkilerini ve kendi kaygılarını da hastalarıyla paylaşıyor. Bunun dozunu öyle güzel ayarlıyor ki, terapinin akışı olumsuz yönde etkilenmiyor aksine paylaşımları faydalı oluyor. 



      Öykü okumayı, okuma yaparken kendinize bir şeyler katmayı, hayatınızı sorgulamayı seviyorsanız bu kitabı okuyabilirsiniz. Kullanılan dil akıcı olduğundan ve mesleki terimler kullanılmadığından psikoloji ve psikoterapi ile ilgili olmanıza gerek yok. 

             Yalnız şöyle de bir durum var: 
Hikayeler biraz yüzeysel geçildiği için olayların çok içine giremediğimi hissettim; ama yine de okunası bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

*****

"Ortada olan tek gerçek yoktur, her birimiz bir noktaya kadar kendi gerçekliğimizi inşa ederiz."

***
"Yaşanmamışlık ne kadar çoksa ölüm korkusunun da o kadar şiddetli olduğuna defalarca şahit oldum."

***
"Zihnindeki gelip geçici bir duygunun, biricik yaşamını yönlendirmesine izin veriyosun. 
Aklına yatıyor mu?"

***
"Biz terapistler çalışmalarımızda ince bir ayarı tutturabilmek ve hedefi gözünden vuran bir ampirist olmak için uğraşır dururuz. Hastamızın bağlanma öyküsündeki veya DNA dizilimindeki bozuk kısımları tamir edebilmek isteriz. Oysa çalışmalarımızın gerçekliği bu modele uymaz ... insan düşüncesinin ve davranışının ne kadar karmaşık olduğuna hayret ederken, kendi kendime sessizce ıslık çalıyorum. Şimdi belirsizliğin karşısında titremiyor, her şeyin belirli olduğunu varsaymanın kibirden ibaret olduğunu görebiliyorum."

***
 "Biz terapistler çalışmalarımızda ince bir ayarı tutturabilmek ve hedefi gözünden vuran bir ampirist olmak için uğraşır dururuz. Hastamızın bağlanma öyküsündeki veya DNA dizilimindeki bozuk kısımları tamir edebilmek isteriz. Oysa çalışmalarımızın gerçekliği bu modele uymaz. İnsan düşüncesinin ve davranışının ne kadar karmaşık olduğuna hayret ederken, kendi kendime sessizce ıslık çalıyorum. Şimdi belirsizliğin karşısında titremiyor, her şeyin belirli olduğunu varsaymanın kibirden ibaret olduğunu görebiliyorum."

***
“Yaşamak ile sorgulamak arasında bir seçim yapmam gerekirse her defasında yaşamayı seçerim. Açıklama illetinden itinayla sakınırım. Bunu sana da tavsiye ederim. 
Bir şeyleri açıklama dürtüsü modern Düşüncenin Salgın hastalığıdır…”

*****